Arada böyle hallerimiz geliyor ya, sanki dünya biraz fazla dönüyor, rüzgar biraz fazla esiyor, insanlar biraz fazla nefes alıyor… Ve bütün o fazlalığın sorumluluğu durduk yere üzerinde hissediyorsun. Her şey üzerine çöküyor. Şlaaapğ
Ama sonra bir bakıyorsun, doğa hiç oralı değil.
Ağaç gayet rahat yaprağını döküyor, rüzgar kendi keyfine esiyor. deniz dalgasını vuruyor. Güneş doğuyor, batıyor.
O an dank ediyor dünya bizden bağımsız dönüyor. Bütün o “yük” dediğimiz şey, meğer kafamızın içinde yaşayan bir drama kraliçesiymiş. Dünya benim omuzlarımda değil. Ben sadece fazla düşünmüşüm, diyorsun.
Her şey olması gerektiği gibi.
Ben olsam da, olmasam da.
Ama ben olduğum sürece…
Her şey biraz daha gerçek.
Ve o gün başlıyor asıl özgürlük.
Sevilmeme ihtimalini göze almak.
Herkese yetişememeyi kabul etmek.
Bırakmak…
Bırakınca bir şeylerin yıkılmadığını, aksine nefes alındığını fark ediyorsun.
Hayat hâlâ orada, sen hâlâ buradasın — sadece artık kendin gibisin.
Kendi ritminde, kendi kelimelerinde, kendi yerinde.
Artık kim ne verir, kim ne alır, kim ne düşünür diye değil…
Ne hissediyorum, ne yaşıyorum, neye inanıyorum diye soruyorsun.
Ve o an, dünya artık bir yük olmaktan çıkıyor.
Sadece üzerinde durduğun, bazen koştuğun, bazen durup gökyüzüne baktığın bir yer oluyor.
Gerçek özgürlük, “herkes beni sevsin” takıntısından vazgeçince geliyor.
Bazı şeyleri, bazı insanları, bazı halleri bırakmak…
Zor, evet.
Ama bırakınca bir hafifliyorsun ki, bir bakıyorsun, nefes almak bile kolaylaşmış.
Artık kimseyi memnun etme zorunluluğun yok.
Sadece kendi ritmine yetişmeye çalışıyorsun, o kadar.
Eskiden “iyi insan” olmaya çalışıyordum, şimdi “gerçek insan” olmayı deniyorum.
Kim ne verir, ne eksiltir, ne düşünür diye değil…
Ben ne hissediyorum, ona bakıyorum.
Ve evet, bazen canımı yakıyor bu farkındalık,
ama en azından kendi canım.
Başkalarının doğrularına sıkışmış bir versiyonum değil.
Ve sanırım nihayet şunu anladım:
Hayat, “her şey yolunda” olduğunda değil,
sen “her şey böyle de güzel” diyebildiğinde başlıyor.

Bir yanıt yazın